18 Ocak 2012 Çarşamba

Siyah ve Beyaz, olmak ya da olmamak..


Beşiktaşlı olmak.. Sahi nedir Beşiktaşlı olmak?
Özel bir şeydir aslında Beşiktaşlı olmak. Her ne kadar kitlelere yayılsa, topluluklar, oluşumlar insanın aklına gelse de, Beşiktaşlı olmak daha farklıdır, sanki daha özeldir; kişiye özeldir. Hayatınızda verdiğiniz kararlarda bile Beşiktaşın, Beşiktaşlı olmanın etkileri vardır. Kız arkadaşınızla olan ilişkilerinizde Beşiktaşın etkileri, Beşiktaş'ın tutumu vardır. Ailenize, semtinize, arkadaşlarınıza karşı davranışlarınızda da.. Affetme mekanizmanız bile "Beşiktaş felsefesiyle" paraleldir. İşin güzeli de bunu çok sonradan fark etmenizdir.
Beşiktaşlı olmak herkese nasip olmaz derler ya.. Keşke herkese nasip olsa. Beşiktaş zamanla, yavaş yavaş, sindire sindire insanın gerçekten kanına girer ve aslında, bana göre, Beşiktaşlı doğulmaz, Beşiktaşlı olunur. Sizin düşünceleriniz, fikirleriniz, zaman zaman asiliğiniz ve kör savaşınız sizi Beşiktaşlı yapar. Beşiktaşlı olduğunuz için bunlar olmaz. Beşiktaş bilinçaltına işler, işler ve tekrar işler. O yüzdendir ki çoğu sohbette "ama beşiktaş farklı" laflarını duyarım "diğer"lerinden. Çünkü inanıyorum ki ve hatta biliyorum ki derinlerde bir yerde, onların da bir parçası Beşiktaşlıdır. "Diğer" takımlar-genelde- anıldığı zaman, kulüpleriyle, taraftarlarıyla, başarılarıyla, başarısızlıklarıyla anılır. Fakat beşiktaş denildiği zaman daha farklı resimler oluşur insanın kafasında. Belki de sadece bana öyle geliyor, bilemiyorum. Daha geniş bir resim, ama bir o kadar küçük. Yıllardır söylenen kelime duruş. Beşiktaşlı duruşu.. Biraz dolduruyor bu resmin tanımını aslında fakat yine de tam olarak değil, olamaz da.. Aslında "nedir beşiktaşlılık" sorusunun cevabı yoktur. Bir andır, ufacık bir düşüncedir ya da şahit olduğunuz bir olaydır. Beşiktaş, baba yerine konulan figürler gibidir. Hani vardır ya babacan adamlar. Yaşı ne olursa olsun muhabbet etmek için can attığınız, yeri geldiğinde size nasihat veren, zaman zaman kalbinizi çok ama çok kıran adamlar. 
Beşiktaşlı olmak, kendin olmaktır, kendini bulabilme yoludur. O yüzdendir ki şampiyonluk, başarı veya hezimetler bizim çok da, tabiri caizse "umrumuzda" değildir. 
Hayatın her alanında ağır etkisi vardır beşiktaşlı olmanın. En basitinden sağda solda "eski sevgili/sevgili" sohbetlerini duyduğunuzda, nedense, aklıma ilk gelen şey Beşiktaştır.. ya da gündelik hayatta, tatsız bir tartışmanın içindeyken, tartışma kanlı bıçaklı kavgaya dönüşecekken, aklıma önce beşiktaş, sonra abiler aklıma gelir. Önce efendi olmayı ve alabildiğince alttan almayı öğreten abiler. Sırdaşlığı, kol kanat germeyi, yardım etmeyi, anlamayı, ayırmamayı öğretti bana Beşiktaş ve inanıyorum ki daha çok şey var öğreteceği bana Beşiktaş'ın..
 
 

17 Ocak 2012 Salı

The Reichenbach Fall

Sherlock Holmes hikayelerini okuyanlar, Reichenbach Fall denince aynı duygulara kapılıyordur herhalde. Sir Arthur Conan Doyle'un, Sherlock Holmes karakterine, onun popülaritesine, hayranlarına daha fazla tahamül edememesidir The Reichenbach Fall.


Yazımın bundan sonraki kısmı spoiler içerir. Sherlock 2. sezon 3. bölümü izlemeyenler veya Sherlock Holmes hikayelerini henüz okumayanlar bundan sonrasını okumasa daha iyi olur.


Sherlock Holmes'un, hikayelerde Moriarty ile birlikte ölüme atladığı yerdir Reichenbach. James Moriarty'yi alt etmenin yolu, bu şelaleden atlamaksa eğer, Sherlock Holmes bunu gözünü kırpmadan yapardı, nitekim yaptı da. Aslında Reichenbach Fall, Sherlock Holmes'un son hikayesiydi/yaşantısıydı Conan Doyle için. Bunun sebeplerinden bazıları, Sherlcok Holmes karakterinin Conan Doyle'un önüne geçmesiydi. İnsanlar Sherlock Holmes'u gerçek bir kişi sanmaya başlamaştı, böyle bir danışman dedektifin varlığına inanmışlardı. Conan Doyle'un varlığı gün geçtikçe yok olmaya başladı, dünyadaki Holmes severlerde. Mary Wollstonecraft Shelley denince kimin aklına Frankenstein gelir ki? Yahut Frankenstein'in aslında tıp öğrencisi olan Victor Frankenstein..
Sir Arthur Conan Doyle'da da durum böyleydi. O da bu işe bir son vermek istedi ve Sherlock Holmes'u, en büyük düşmanıyla birlikte "öldürdü". Tabi Sherlcok Holmes galip mi sayılırdı, mağlup mu Moriarty karşısında..? Bu her zaman tartışmaya açık bir konu olarak kaldı. Bir gerçek var, o da Conan Doyle'un Sherlock Holmes hayranlarınca büyük bir tepki almasıydı. Protestolar, sokaklara dökülen insanlar, Conan Doyle alehine pankartlar bitmek bilmemiş o günlerde. Conan Doyle da bu tepkilere daha fazla dayanamayarak Sherlock Holmes'u "canlandırıp", kaldığı yerden devam etti hikayelerinde.

Gelelim Sherlock dizisindeki "The Reichenbach Fall"a. İnanın bu kadar farklı işleneceği aklımın ucundan geçmedi. Tamam Sherlcok dizisi, hikayeleri oldukça farklı işliyor, bunu "a Scandal im Bohemia" ve "Hound's of Bakerville"de çok açık bir şekilde gördük. Hikayelerin özü aynı kalırken, işleniş şekli tamamen farklıydı.
Ben açıkçası Reichenbach Fall gibi Sherlock Holmes serüvenlerinde çok önemli ve özel bir yeri olan bu hikayenin, kitaptaki gibi bire bir aynı işleneceğini düşündüm.. Bu konuda baya bir ters köşe olduk.

Sherlock 2. sezon 3. bölüm- The Reichenbach Fall
Jim Moriarty ile Sherlock Holmes'un Valse'iydi bu bölüm. Özellikle Moriarty'ye doyduk resmen Reichenbach Fall'de. Andrew Scott (Moriarty) gerçekten müthiş bir oyunculuk çıkartmış, efsane bir karakter yaratmış. Televizyon dizilerinde açık ara en etkileyici, en farklı kötü adam olmaya başardı sadece bir bölümle Andrew Scott.
Bölüm John Watson'un psikoloğuna "Sherlock öldü" demesiyle başlıyor ve 3 ay önceye bir flashback yapılıyor. Şaşırtıcı bir şekilde giriş yapıldı Reichenbach Fall'a.. Sherlock ölecek mi ölmeyecek mi sorusunu en başından cevapladı ve herkes bu bölümü izlerken "o an"ı bekledi.

Bu bölümle birlikte şuna kesin kanaat getirdim. Hikayelerdeki James Moriarty ile Sherlock dizisindeki Jim Moriarty aynı karakterler değil. Bir tanesi yaşını başını almış, matematik profesörü olan ve usta bir boksör olan James Moriarty, diğeri psikolojik sorunları bulunan, hayatın sıkıcılığını kendine dert etmiş ve kendisini herkesten ama herkesten üstün göre Jim Moriarty.  Bu bölümde Moriarty mahkemeye çıkarıldığında -normalde- ülkenin en ünlü profesörü olarak çıkması gerekirdi ama bu konuda ufak bir cümle dahi edilmedi. Hatta ve hatta mahkeme Sherlock Holmes'u, Moriarty'nin tanımlaması için ilk duruşmaya çağırdı.


Moriarty bu bölümde ülkenin güvenlik açısından en sağlam, girilmesi imkansız denilen 3 yere aynı anda "her kapıyı açabilen ufak bir bilgisayar yazılımı" ile girdi ve kendini bilerek yakalattı. Bunu yaparak Sherlock ile arasındaki "oyunu" başlatmış oldu.
Şimdi uzun uzun bölümü anlatmak istemiyorum ama şuraya gerçekten her karesini yazabilirim ve yazarken bir an olsun sıkılmam.
Moriarty, Reichenbach Fall (Reichenbach düşüşü) tablosunu (Sherlock Holmes'un bir anda tanınmasını sağlayan dava) her anlamıyla işledi Sherlock Holmes üzerine. Bu düşüş sadece fiziksel bir düşül değild, aynı zamanda Sherlock Holmes'un yavaş yavaş düşüşüydü. Moriarty insanların aklına bir şüphe tohumu ekti, "Sherlock Holmes suçları kendi işleyip, kendi mi çözüyor" düşüncesi Watson'un bile başlarda kafasını karıştırdı. Sherlock Guy Fawkes'e selam edip dizide "fikirleri asla öldüremezsin" diyor. O da herkesin kafasına şüphe tohumları ekilmesinin tehlikesini anlıyor çünkü.

İzleyicileri asıl şok eden bölüme gelelim. Bu sefer Reichenbach yerine, Molly'nin çalıştığı hastanenin çatısında gerçekleşti meşhur buluşma.
Moriarty kapıları açan bir yazılım olmadığını söyledi ve Holmes'a "işte senin problemin de bu, sen her zaman her şeyin fazla zekice tasarlanmış olduğunu sanıyorsun, olayların basitçe gerçekleştiğini kabul etmiyorsun" diyerek o 3 yere sadece insan yardımıyla (şantaj yaparak) girdiğini anlatıyor.
Tüm hikayeyi anlattıktan sonra Moriarty, Sherlock'un intihar etmesini istiyor. Bunu bu kadar rahat istemesinin sebebi, herkesin Sherlock Holmes'u sahte bir dedektif olduğuna inanmasıydı. Keza Moriarty de kendi ismini, varlığını, doğumunu tüm sistemlerden sildirdi ve Richard Brook (müthiş bir kelime oyunu, yazanların gerçekten zekalarına kurban= Richard Brook, İngilizce Reichenbach anlamına geliyor; Reich(Rich)Bach(Brook) adı altına amatör bir oyuncu olarak var etti kendini tüm arşivlerde, devlet kayıtlarında vs. Yani Sherlock Holmes'un Moriarty'si, Sherlock Holmes tarafından uydurulmuş bir karakter olarak girdi insanların beynine.
-Not: Moriarty suç baronlarına "her kapıyı açan yazılım"ın Sherlock'un evinde olduğunu söylemiş. Bunun üzerine Sherlock'un peşinde dünyanın en profesyonel 4 suikastçisi takıldı-


Sherlock tam atlayacakken karşı bir hamle yaparak Moriarty'nin karşısına geçip "böyle bir yazılımın olmadığı gerçeğini ben de belli etmem ve böylece suikastçiler yazılımı ele geçirene kadar beni öldüremez" gibi bir laf etti (tam olarak böyle değildi gerçi). Moriarty bu hamle karşısında gurur dolu bir hal aldı. Yavaş yavaş Sherlock'un da "tek düze ve sıradan" bir insan olduğuna inanmaya başlamıştı çünkü. "Sen meleklerin tarafındasın" diyordu Moriarty, Sherlock için. Sherlock da "ben hep meleklerin tarafındayım ama bir an olsun onlar gibi olmadım" derken Moriarty'ye açıkça göz dağı verip tehdit ediyordu. Tam o anda, birçok kişi gibi Sherlock'un Moriarty'yi çekip, çatıdan beraber atlayacaklarını düşündüm. Fakat Moriarty bu sözler üzerinde resmen sevinçten çıldırdı ve Sherlock'la vedalaşıp elini sıktıktan sonra silahını çekip intihar etti. "Sen bensin".. Hikayede Sherlock Moriarty'yi alt edebilmek için gözünü kırpmadan atladı o şelaleden. Bu sefer Moriarty, Sherlock'u "kesin bir şekilde" yenebilmek için intihar etti.. Tabi amatör oyuncu Richard Brook olarak.

Tüm bunların şokunu atlatamadan Sherlock çatının kenarına geldi ve aşağıda taksiyle henüz hastaneye ulaşmış olan Watson'u aradı. Watson'la bir veda konuşması yaptıktan sonra, Watson'un gözü önünde çatıdan atladı. Watson, Sherlock'un düştüğü yere koşmaya başladı fakat bir bisikletliye çarparak yere düştü. Sherlock'un yanına ulaştığında çoktan insanlar cesedin etrafına toplanmıştı, hastane görevlileri de öyle.. Watson, kendinde olmadan, Sherlock'un nabzını ölçtü 2-3 saniyeliğine ve diğer insanlar tarafından geri çekildi, Sherlock da sedyeyle -büyük ihtimalle- hastahane morguna doğru yol almaya başladı.
Hikayede, Mycroft, Sherlock'un ölmediğini biliyordu fakat dizide bunun ucu açık bırakılmış. Malum, Mycroft Moriarty'e, bilgi karşılığı, Sherlock'un hayatını anlattı zayıf noktalarını vs.
3. sezonda olası bir Mycroft- Sherlcok savaşı görebiliriz aslında.

Neyse.. Asıl konu Sherlock'un nasıl kurtulduğu. Aklıma The Prestige filmindeki söz geldi bu bölümü izledikten sonra. İllüzyon 3 kademeden oluşur. Giriş- Gelişme ve Sonuç. İzleyiciyi sadece giriş ve gelişme bölümünde aldatabilirsin, sonuç bölümünün keyfini çıkarırsın.
Biz de Sherlock'un atlamasını Watson'un gözünden gördük. Sadece atlıdığını gördük ama düşme anını ve sonraki bir kaç dakikayı göremedik çünkü o sırada Watson kendisine çarpan bisikletinin yüzünden yerde yatıyordu.
Benim teorim şu: Sherlcok bu bölümde zaten Molly ile bi' işler çevirdi, burası malum. Sherlock atlayışı yaptıktan sonra ya aşağıda duran kamyon/otobüs (ki düştükten sonra bu araç bir anda yok oldu) üstüne attı kendini, ordan da yere, ya da bir şekilde (bir mekanizmayla) atlayışını belli bir mesafeden sonra frenledi ve ciddi yaralanabileceği ama ölmeyeceği riskli bir atlayış yaptı. Kesin olarak gördüğüm tek şey Sherlock'un atladıktan sonra ölme ihtimalinin, yaşama ihtimalinden daha fazla olduğu ama Sherlock Holmes'un bu riski göze aldığıdır.

Son olarak, gel de bir yıl bekle.... :)

9 Ocak 2012 Pazartesi

Sherlock ama 2010 yılı olanı

Conan Doyle'ın Sherlock Holmes'ünü bilmeyen yoktur herhalde. Hani şu meşhur, takıntılı, über-zeki dedektif. Hala birçok insanın Sherlock Holmes'ü tarihte gerçekten yaşamış olduğunu sanması Sir Arthur Conan Doyle'ın başarısıdır. Keza günümüzdeki bir çok başarılı dizinin de Sherlock Holmes karakterinden etkilenerek çekilmesi bu başarı yüzündendir.
Tüm Sherlcok Holmes hikayelerini okumuş biri olarak bu karakter hakkında anlatmak istediğim çok şey var aslında ama bugün sadece Sherlock'tan bahsetmek istiyorum, 2010 model olanından.

BBC'nin son yıllarda yatırım yapmış olduğu, fırsat vermiş olduğu en şahane yapımdır Sherlock kanımca.
Sherlock dizisi, Conan Doyle'un Sherlock Holmes'ünün hikayelerini 2010 yılında başlattı. Yani Holmes, ilgisini çeken suçları araştırırken etrafa telegraflar yollamıyor, blackberry'isinden topluyor bilgileri. Brighton'da 3 gün önce yağmur yağıp yağmadığını postayla değil, google ile öğreniyor. Watson da Sherlock ile başından geçenleri kağıt kalem ile değil, blog aracılığı ile yayınlıyor; savaş sonrası bunalıma girdiği için, doktorunun tavsiyesiyle.
Benedict Cumberbatch, nam-ı diğer Sherlock. Hani ötesini berisini bilmem ama bu adam Sherlock karakterini oynamak için yaratılmış resmen. Müthiş bir oyunculuk, müthiş bir dil.. Hele o İngiliz aksanını gerçek ingilizlerden dinlemek ayrı bir zevk veriyor insana.

Sherlock'un (iyi mi kötü mü karar veremedim) tek "gediği" 1 sezonunun 3 bölümden oluşmasıdır. Benim gibi Sherlock Holmes manyakları için bu az geliyor tabi ama her bölümün de sinema filmi kalitesinde ve titizliğinde çekilmesi müthiş bir olay.
Robert Downey Jr. başrollü sinema filmi olarak çekilen Sherlock Holmes bile bu kadar kaliteli olamadı son 2 filmiyle.

BBC'nin Sherlock karakterleri hakkında kısa kısa bilgiler verelim;

Sherlock (Benedict Cumberbatch)
Sherlock her zamanki gibi takıntılı, çok zeki ve çok soğuk kanlı işlenmiş bu dizide. Ne zaman neyi düşündüğü belli olmuyor ama seyiriciye bu öyle bir yansıtılıyor ki, seyirci "bi'şey düşündüğünü" biliyor ama ne olduğunu kestiremiyor. Orjinal Sherlock Holmes karakterinin kokain ve morfin bağımlılığı olduğunu biliyoruz. Bu durum daha sonra pipoya geçti, günümüzde ise sigara olarak yansıtılıyor. Sherlock, dizide sigarayı bırakmış, düzineyle nikotin bandıyla idare ediyor (yersen). İnsan ilişkileri "toplum" çerçevesinde yine zayıf ve sert. Sherlock kimsenin empati yapamadığı zamanlarda empati yapabilme, herkesin empati yaptığı zamanlarda empati yapamama özelliğine sahip ve bu yüzden dışarıdan soğuk ve kalp kırıcı özellikleriyle tanınır. Fakat özellikle Sherlock 2. sezonunda şunu görebildik. Başta Mrs. Hudson olmak üzere, Sherlock'un sevdiği kişiler üzerindeki zaafları ve duyguları ortaya çıkarıldı. Sevdiği birine zarar gelme ihtimali dahi olsa nasıl bir şiddet uygulama eğilimi olduğunu gördük.

John Watson (Martin Freeman)
2010 model Watson'da da durum buna benzer fakat bu kez Watson'un psikoloğu ona blog yazmasını tavsiye eder, kaybettiği iletişim duygusunu geri kazanabilmesi için, topluma adım atması için. Sherlock ile tanışması da bir arkadaşı ve maddi olanaksızlıkar yüzünden oldu. Hayatını değiştiren olay kuşkusuz ev arkadaşının Sherlock Holmes olmasıdır. Holmes'ün Watson üzerinde ilk gördüğü şey, savaş zamanı nedeniyle her zaman titreyen eli ve ağrı yüzünden aksayan bacağının, adrenalin dolu ve heyecanlı anlarda buz kesmesi. Bu da Watson'un heyecana ve adrenaline ne kadar bağımlı olduğunu gösterir. Bilindiği gibi Watson karakteri Conan Doyle'un yansımasıdır Sherlock Holmes hikayelerinde ve bu hikayeleri yazan kişi de Watson'dur. Sherlock'ta da durum böyle.Watson başından geçenleri, Sherlock Holmes'ü, blogu aracılığı ile yazmaya devam ediyor. Sherlock Holmes, Watson için inanılmaz cezbedici ve hayret verici bir karakter. Sherlock Holmes'ün tüm garipliklerine, dağınıklığına, kibirine, egosuna katlanmasının tek sebebi, Sherlock'un zekasına hayran olmasıdır. Watson, eski bir asker ve doktor. Savaş sonrası psikolojik bazı rahatsızlıkları nedeniyle kendini toplumdan soyutlamış fakat yavaş yavaş yine o topluma adapte olmaya başlamış bir karatker.

Mycroft Holmes (Mark Gatiss)
Mycroft Holmes, İngiliz hükümetinin sırdaşı, Sherlock Holmes'e göre arşiv bekçisi. Sherlock'un abisi Mycroft, BBC yapımlı dizide olması gerektiği gibi işlenmiş bence. En az Sherlock kadar zeki, Sherlock'tan daha olgun ve "endişe" sahibi. Sherlock ile Mycroft her zaman 2 farklı dünyadaki 2 aynı beyin olarak yansıtıldı hikayelerde. Dizide de durum böyle. Mycroft için her zaman öncelik İngiltere ve kraliyet ailesidir. Bu iki değer için "endişelenir". Örneğin Sherlock Holmes sinema filminde (2000 sonrası olan) Mycroft çok underrated ve gelişigüzel işlenmiş. Mycroft gibi çok etkin ve önemli bir karakter dizide hak ettiği gibi anlatılmış. Mycroft her zaman Sherlock'u eleştirir, onunla tartışır ama onu asla küçük görmez ve yardım istemekten de kaçınmaz (Sherlock'un asla yapmayacağı bir şeydir bu). Dünyanın her yerinde bağlantıları olan Mycroft, kraliyet ailesi için de değişilmez bir "asker"dir



James Moriarty (Andrew Scott)
 James Moriarty, Sherlock Holmes'un ezeli rakibi, tek ve en büyük düşmanı. Sherlock Holmes nasıl ki danışman dedektif, Moriarty de danışman suçlu. Daha doğrusu Conan Doyle'un hikayelerinde böyle tasvir ediliyor ama zaman geçtikçe ve bu karakter kendini kabul ettirdikçe, kendi suç imparatorluğunu kurmaya başlıyor. Şimdi gelelim Andrew Scott'a. İngiliz sinemasını/televizyonunu takip edenler bilir aslında kendisini. Oyunculuğuna asla laf söylenemez ama Moriarty karakteri için fazla "toy" bir fiziği var bence. Sonuçta
Profesör Moriarty, matematik profesüdür ve hikayelerde yaşı 50lere yakındır belki de daha fazladır. Çok iyi eğitmili bir boksördür aynı zamanda. Dizide ise adı Jim Moriarty olarak geçiyor. Buradaki "Jim", James isminin kısaltması da olabilir ya da ilerleyen bölümlerde Jim Moriarty'nin, James Moriarty'nin bir yakını olduğu ortaya çıkabilir. Bunlar benim ihtimallerim. Sonuç itibariyle Moriarty, Sherlock Holmes'ün en büyük düşmanıdır ve -belki de Holmes'ten daha zeki bir karakterdir. Moriarty hakkında Ekşi Sözlük'ten "gregor" nickli kişinin yazdıkları aslında güzel bir özet olur:
"matematik profesörüdür.
holmes, prof.moriarty için şöyle demişti:
"o suçun napolyonudur watson. bu şehirdeki lanetin yarısının (ve açığa çıkmayan kötülüklerin hemen hepsinin) planlayıcısıdır. o bir deha, filozof, bir "öz"*düşünürüdür. ağının ortasındaki bir örümcek gibi hareketsiz biçimde oturur, ama o ağ binlerce yayılıma sahiptir; ve o her bir yayılımı en ince noktasına kadar bilir"

Irene Adler (Lara Pulver)
Sherlock Holmes'ün ilgisini çekmeyi başarmış ve Sherlock Holmes'ü yenmeyi başarmış tek kadın, Sherlock'un büyük zaaflarından bir tanesi. Irene Adler, New Jersey doğumlu bir opera sanatçısı. İnanılmaz kurnaz, inanılmaz zeki.. Sherlock dizisinde nam-ı diğer "the Women". Dizide, Sherlock'un zekasını ve yaşam stilini "the new sexy" olarak tanımlar Irene Adler. Hikayeye sonradan dahil olsa da, büyük iz bıraktı okurlarda Adler karakteri. Çok net olmasa da, Sherlock Holmes'ün aşık olması muhtemel kişi Irene Adler'dir. İkisinin de birbirlerine zaafları çok büyük olsa da, ikisi de birbirine güvenmiyor ve her zaman birbirlerinin hareketlerine dikkat ediyor. Irene Adler genelde Sherlock'un çocuk tarafını kullanarak, istedikleri bazı bilgileri edinir,- ya da edindiğini sanır.



Sherlock dizisiyle paralel işleyen bazı internet siteleri de şunlardır (Ekşi Sözlükten "ays" nickli kişinin yazısından alıntıdır);

5 Ocak 2012 Perşembe

Yok Artık?

4 Ocak 2012, sezonun ikinci devresinin Beşiktaş için ilk maçı. Rakip Es-Es. Bundan 116 gün önce Eskişehir, Beşiktaş'ı çok etkili bir oyunla 2011-2012 sezonunun açılış maçında 2-1 mağlup etmişti. O zamandan bu zamana gözle görülür bir şekilde Beşiktaş'ta müthiş bir gelişme var. Belki de hep bahsedilen "yoğun ve sıkışık fikstür" Beşiktaş'ı yıpratmak yerine geliştirdi.

Dün başlama vuruşuyla beraber Beşiktaş'ta herkes ama herkes inanılmaz mücadele etti ve sahada duran, koşmayan, tembellik yapan bir tane bile siyah beyazlı yoktu, buna Hugo Almeida dahil. Bugünkü blog yazımın başlığını da Almeida sayesinde attım. Almeida'yı bir ara Roberto Hilbert'in kademesinde görünce "yok artık" dedim. Bu da yetmezmiş gibi Hugo (1-2 dakikalığına da olsa) sağ beke geçip, sağ açıktan bindiren Hilbert'i topla buluşturmaya çalıştı. Veli Kavlak yine her zamanki gibi "çılgınca" pres yapmaya çalıştı ama bu çılgınlık onun maç içerisindeki performansını ciddi anlamda etkiliyor. Defansif olarak görevini yerine getirdikten sonra gücü ofansif girişimlere yetmiyor. Fernandes günler geçtikçe daha fazla sorumluluk almaya başladı ve takımın ciddi anlamda beyini oldu. Bunları yapmasının dışında inanılmaz bir iştah var Fernandes'te. Enerjisini son raddeye kadar harcamaktan çekinmiyor. Bu ülkemizde genelde yabancı "10" numaraların yaptığı veya yapmaktan zevk aldığı bir şey değildir. Cenk ıslak zemin ve topa rağmen özellikle ilk yarıda es-es'in 2-3 şutunu engelledi. Maçın ilk devresinde topla çok bulaşamadığı için vücudu "soğuktu" ama yine de kalesinde çok güven verdi. Egemen'in bi' "this is sparta" diye bağırmadığı kaldı Beşiktaş kariyerinde. Savaşçı nedir? diye sorsalar, Egemen'i gösteririm.

Carvalhal Edu- Almeida ikilisiyle başladı maça. Arkalarında Veli-Fernandes-Ernst. Bunu denerken ne düşündü kestiremedim ama kanat bindirmelerini yapan adamların (Quaresma- Simao) yokken 2 tane "dev"i ileri uçta sahaya sürmek anlamsız geldi. Keza bu anlamsız hareket maçta çok sırıttı. Edu ve Almeida'ya atılan ara toplar yok oldu gitti. Edu ve Almeida'nın değişimli olarak sağ ve/veya sol kanada geçmeleri de ayrı bir komedi. Cidden Carvalhal'ın kafasında ne vardı merak ediyorum böyle bir taktik denerken.
Zaten Beşiktaş'ın yakaladığı onlarca net pozisyon aralara sarkan orta saha sayesinde var oldu.

veee











Fabian Ernst. Üstün Alman teknolojisi lafını kanıtlıyor bu adam geldiğin günden beri. Ernst'i 4-5 kez canlı izleyenler bilir. Bu adam sadece "ben görevimi yaparım, gerisine karışmam" adamı değil. Derler ya "babasının takımı sanki", aynen öyle. İnanılmaz bir hırsla oynuyor Ernst her maçı. Dün abartmıyorum 90 dakika boyunca her yere koştu, her yere girdi- çıktı, kanatlardan bindirdi, top kaptı, pas attı, itişti, dalaştı.. Ernst bundan 10 sene sonra da "ne adamı ya" diye hatırlanacak, müthiş bir kişidir kanımca.

Beni tanıyanlar bilir. Beşiktaş'ta her zaman oynaması gerekli dediğim adama geldi sıra,
Mustafa Pektemek, nam-ı diğer "Pektemek Gol Demek". Son yıllarda Beşiktaş'ta gördüğüm en etkili, en istikrarlı, en disiplinli forvetlerin arasındadır Mustafa Pektemek. Gol için doğmuş sanki. Her zaman demişimdir Miroslav Klose tarzı= Pektemek tarzı. Gol olabilecek havayı herkesten önce kokluyor ve o kokuya gidiyor. Tilki gibi adam. Sahada olduğu her dakika, Beşiktaş'ın gol atma şansını artırıyor. Bence Almeida ile birlikte oynaması her zaman daha verimli olur. İki futbolcu da birbirini son derece rahatlatıyor. Rakip takım defansları bu iki forveti birden kontrol edemez düşüncesindeyim. Elbet açık verecekler ve -özellikle Pektemek- bu iki Forvet bu açığı affetmeyecektir.

Skor vasat olabilir ama dünkü futbolla Beşiktaş'ın kafa tutamayacağı takım olmadığını anladım. Al dünyanın en hızlı ve yorucu 2 liginden birine koy, oynar bu takım. Helal olsun size.

25 Aralık 2011 Pazar

ve NBA

Nihayet NBA lokavtı bitti ve maçlar "resmi" olarak oynanmaya başladı. NBA severler için bu durum aslında hediye gibi. Büyük bir disipilin içerisinde inanılmaz bir sabırla beklenilen "lokavtın bitmesi", izleyiciler için koca bir aferin niteliğinde. Bunun başlıca sebebi sıkışık fikstür. Bu sezon -en azındna playofflara kadar- günde birçok maç izleme fırsatımız var. Resmen NBA ziyafeti. Tabii şu an sadece CNN Türk'te yayınlanan maçlar hakkında konuşabilirim çünkü d-smart sağolsun NBA yayın telif hakkını aldı bu sezon için.

Bu sezonki en büyük favorim kesinlikle Derrick Rose önderliğindeki Chicago Bulls. Tom Thibodeau'nun
 bu sezon koç olarak çok iyi işler çıkaracaktır, en azından elindeki Rose'u daha efektiv kullanacaktır.
 Bulls'taki gizli 1 numaram ise, bu sezon için en azından, kesinlikle Joakim Noah'tır. Süpriz çıkışlarını bol bol izleriz bu sezon.


23 Aralık 2011 Cuma

Beşiktaş'ın çocuğu Carlos Carvalhal

Bilenler bilir, Beşiktaş tribünleri kolay kolay kimse için, hele ki daha yeni gelmiş bir adam için "Beşiktaş'ın Çocuğu" diye tempo tutmaz. Fakat Carvalhal bunu başardı, peki neden?

















Carlos Carvalhal, 4 Aralık 1965'te Portekiz'de doğmuş eski futbolcu, şimdinin teknik direktörü. Türkiye'ye ilk geldiğinde "geçici" olarak göreve başladı ve bunu tüm içtenliğiyle kabul etti. Her defasında "bu takımın asıl hocası Tayfur Havutçu'dur, umarım bir an önce zor günleri atlatıp takımının başına geçer" dedi. Türk insanı belki çok heyecanlıdır, belki fazla duygusaldır, belki fazla sabırsızdır ama asla aptal değildir. Hiç kimse türk insanını sahte hareketlerle, sahte içtenlikle kandıramaz.
"Bu adamk kim ki Beşiktaş'ın teknik direktörü olsun, olsa olsa Portekiz'in Yılmaz Vural'ı olur" dendi medya tarafından. Tutukluluk süreci uzadıkça Carvalhal eleştirildi, takım kazansa da eleştirildi ta ki kendisini, kimliğini ve karakterini özellikle medyaya kabul ettirene kadar. Son haftalarda ipe sapa gelen kötü anlamda eleştiri bile yok bu adama. Peki neden?

"Portekiz çetesine boyun eğer", "Onun CV'si ne ki Quaresmaları, Almeida'ları, Guti'leri yönetebilsin" gibi laflar edilidi. Peki Carlos Carvalhal ne yaptı? Çok açık ve net bir şekilde "futbol oynamayan, formayı alamaz" dedi ve bunu yaptı da.
Sürekli denedi, denedi, denedi. Ekrem Dağ'ı sağ bek yaptı, sağ açık yaptı, orta saha yaptı. Necip Uysal'ı hücuma dönük orta saha olarak kullandı, defansif orta saha olarak kullandı, Mustafa Pektemek'i kanatlarda kullandı, İbrahim Toraman'ı sağ bek yaptı, orta sahaya koydu, stoper yaptı.. Sürekli denedi Carvalhal. Oyuncuların kapasitelerini denedi. Sonunda 3 aşağı 5 yukarı herkesi maksimum verim alabileceği bölgelerde oynatmaya başladı. Bu kadar çok rotasyon yapan başka takım görmedim bu sezon Türkiye'de. Hemen hemen her oyuncu farklı bölgelerde oynadı Beşiktaş'ta.
Manuel Fernandes'i öyle bir kesti ki.. Bunu ciddi anlamda söylüyorum her hoca yapmazdı. Yapamazdı demiyorum, yapmazdı. Fakat Manuel Fernandes'in bugünkü inanılmaz performansı Carvalhal'ın "oynamayana forma yok" tavrı yüzündendir. Tüm bunların yanında genç oyunculara her zaman görev verdi, onlara da "oynarsan forma senindir" mesajını verdi. Kalkıp bugün kimse "Veli Beşiktaş'ın orta sahasıdır" diyemez ama o Veli koşuyor, basıyor, alıyor, vuruyor.. Kısacası futbol oynuyor.

Korkak denilen Carlos Carvalhal'ın "korkaklık" çerçevesinde yaptıkları ortada. Bunun yanında ne etliye karıştı ne sütlüye karıştı ve her zaman takımın geleceğini düşündü. Beşiktaş camiasındaki "bıçak sırtında olan" tek adam Carlos Carvalhal'dır. Tüm bunlara rağmen ne gereksiz bir açıklaması, ne yönetime ufacık bir sitemi/resti olmadı. Her maça aynı heyecanla çıkıp, her maçta aynı heyecanla yönetti takımını. Aslında daha yazacak çok şey var ama.. dediğim gibi, o artık "Beşiktaş'ın çocuğu Carlos Carvalhal"..

ve bunu takımın olumlu gidişatı yüzünden değil, tamamen Carlos Carvalhal olduğu için hak etmiştir.

Bu kez Terim tarzı tutacak mı?

Kimileri için Galatasaray'ın "kazma" futbolcusu, kimileri için Milan'ı çalıştırmış teknik direktör, kimileri için İmparator Fatih Terim.
Başlığımda yazdığım gibi, Terim tarzı.. Böyle bir tarz mı var? Bence var.. Belki bu tarzı ilk ortaya çıkaran adam değil ama benim bu tarzı ilk gördüğüm kişi Fatih Terim'dir. Nedir Fatih Terim tarzı? Oyuncularına taktik ve teknikten çok güven aşılamaktır, kol kanat germektir ve futbolun basitliğini göstermektir. Fatih Terim'in oyuncularına aşıladığı en önemli ve kritik kelime: HIRS. Oyuncunun kim olduğu, nereden geldiği, bugüne kadar kaç kupa kazandığı vs. önemli değil. O oyuncunun hırsı yoksa, Terim o hırsı ona aşılar, bundan eminim.
Galatasaray'ın o meşhur 4 yılı ve UEFA kupasını kazandığı senedeki takımın iskeleti hırs üzerine kuruluydu. Delicesine pres yapan bir hücum hattu. 90 dakika içerisinde Okan Buruk'u hem sağ açıkta görmek mümkündü, hem sol bekte kademeye girerken görmek mümkündü, hem de topla orta sahanın ortasından dripling yaparken görmek mümkündü. Bunları Emre Belözoğlunda da görüyorduk, Suat'ta da görüyorduk, Hakan'da da görüyordu.. Hatta Hagi de bile görüyorduk bu amansız hırsı. Youtube'daki soyunma odası görüntülerini izleyenler anlayacaktır Terim tarzını..
2003-2004 sezonunda bir şekilde bu sistem tutmadı. Sebebini bilmesem de, ne Fatih Terim bildiğimiz Fatih Terim'di o yıl, ne Galatasaray bildiğimiz Galatasaray'dı, bundan eminim.

Bu sezonki Galatasaray Fatih Terim'in elinden çıkmadır, buna itirazı olan olmaz herhalde. 1-2 oyuncu dışında, takımda var olan her futbolcu Fatih Terim'in isteyeceği tarzda oyuncudur. Melo gibi defansif anlamda dişe diş, ofansif anlamda son derece teknik bir oyuncu; Selçuk İnan gibi inanılmaz paslar çıkarıp Galatasaray hücumunu şekillendiren bir oyuncu; Elmander gibi dakika 89 dahi olsa sürekli pres yapan ve sanki B takımından gelmiş de teknik direktörün, takım arkadaşlarının gözüne girmek istermişçesine bir oyuncu, Semih Kaya, Emre Çolak gibi genç ama özgüvenli oyuncular.. Tam da Terim tarzının ortaya çıkardığı oyuncular bunlar.

Bana kalırsa bu sezon "Terim tarzı"nın tutması oldukça mümkün. Tabii ki de futbol bu fakat şu anki Galatasaray kadrosunu ve hocasını korursa, 1-2 sezon içerisinde inanılmaz işlere imzasını atar.